1 Kasım 2011

the turin horse







"sessizlik, kendi kirlerini süpürüp yürüyünce, fırtına olur..."*



friedrich nietzsche, 3 ocak 1889'da torino'da, via carlo alberto'daki 6 numaralı kapıdan sokağa adımını atar. belki yürüyüş yapmak, belki de postaneden mektuplarını almaktır amacı. kendisine uzak olmayan ya da fazlasıyla uzakta kalan bir fayton sürücüsü inatçı atına söz dinletemiyordur. faytoncunun tüm baskılarına rağmen, hareket etmeyi reddediyordur at. sonra, ismi muhtemelen giuseppe carlo ettore olan faytoncunun sabrı taşar ve kırbacını eline alır. nietzsche, kalabalığın yanına gelir ve o ana dek öfkeyle köpüren sürücünün acımasız sahnesini sona erdirir. sağlam yapılı ve gür bıyıklı nietzsche birden faytona atlar ve kollarını atın boynuna dolayıp hıçkırarak ağlamaya başlar. olaya şahit olan diğerleri, nietzsche'yi evine bırakır. iki gün boyunca bir divanda hareketsiz ve sessizce dinlenir nietzsche. ta ki son sözlerini mırıldanıncaya dek "mutter, ich bin dumm!" (“anne, ne aptalım!”) ve yaşamının kalan son on yılını, uysal ve delirmiş bir şekilde annesinin ve kız kardeşlerinin himayesi altında geçirir... atın akıbeti hakkında ise hiçbir şey bilmiyoruz...


sonrasında yaşanan 6 gün içindir;


tanrı vazgeçti yerle bir edişten, o sarılışın hatırına bilinmez bir zamana erteledi kıyameti. atın ve filozofun insanlıkta birleşip eşitlendikleri o anın ihtişamıyla torino atı, artık hiçbir zaman eskisi gibi olmadı. tattığı "o an" ruhunu öyle yükseltti ki, tüm diğer canlıların ve insanların ulaşamayacağı, yeme-içme, yük, kırbaç, ne varsa yeryüzünde payına düşen, hepsinden çekildi. baba ve kızı da ortak ettiği tükenişe, hiç kıpırdamadan, birlikte yol aldılar. sonsuz döngünün, sonsuz rüzgârla süpürüp durduğu yeryüzü, yalnızlık ve suskuya kesildi. hızla azalmanın, yüklerinden kurtulmanın hafiflemiş deliliğiyle, durdular öylece. baba uzandı yatağına, ölü beniz ve dehşet gözleriyle tavana baktı, kız pencere önünde donmuş bir bakışla oturdu, çatıdan bir kiremit düştü, rüzgâr bir daha kükredi, küçük dünyaları biraz daha kuraklaştı bu bekleyişle. yağını reddedip yanmayan fitil, tıkırtılarına sus düşen tahtakuruları, bir gecede kuruyan basit hayatlarının kaynağı su kuyusu ve her defasında kuyuya atılan kova, her güne iki tanesi düşen patatesler bile hissetti sürüklendikleri zifiri hiçliği. "neden her şey böyle oluyor baba?" bu çöl ne zaman reva görüldü bize, ve tüm o ağır damlalarımızı nerede kuruttuk? toptan bir tövbe temizler mi boğulan ruhumuzu?






halâ o an'ı düşünen, anlayan ve tüyleri ürperen birinin varlığını bilmek, en ümitsiz anda hayata olan inancı tazeliyor, yeniden doğmuş duygusu yaşatıyor insana. bu anlamda, bu filmle béla tarr, büyüklüğünü, yeteneğini, -hiç şüphesiz- büyük sanatçılığını yeniden, hayranlıkla hatırlatmış oldu. tarr, son sözünü fırtınaya karışmış keskin bir ıslık gibi içimizi delip geçen bu ağıtla söyledi. tam da ona yakışan bir son söz, insanın hayatı boyunca sadece bir kaç kez şahit olabileceği bir başyapıt ve çok derin bir seslenişle. kalbe işleyen, anlamlı bir sessizlikle...




*tagore