30 Temmuz 2011

"sinemanın hakikati"nden...







"bu aşağı dünyaya gönderildiğin andan beri,
bir merdiven hep oradaydı, hasretinden ötürü."
hz. mevlâna



(...)


kişisel olarak dostoyevski'nin romanları içinde, budala'da nastasya filipovna'nın ölü bedeni başındaki sahneyle, karamozov kardeşler'deki büyük engizitör bölümü ve ivan'ın "şeytanıyla" konuştuğu sahnelerin olağanüstü bir sinematografiye sahip olduğunu düşünüyorum.

düşünelim... öl(dürül)müş bir kadın, bir sedirde boylu boyunca yatıyor. hemen yanıbaşında iki sandalye var. iki adam dizleri birbirlerine değecek şekilde oturmuş o sandalyelere. yatakta ölü bedeni boylu boyunca uzanan nastasya filipovna; sandalyelerde oturanlar rogojin ve prens mişkin. iki aşık; iki rakip; iki apayrı kişilik... mişkin, dostoyevski'nin hz. isa benzeri karakterlerinden biri. aşk; kendini adama, fedakârlık demek onun için, nefsâni duyguların çok üstünde bir şey... rogojin, tutkuları için her türlü kötülüğü yapabilecek bir kişilik. sonunda en sevdiğini bile öldürebilecek kadar nefs mahpusu... bir mumun etrafında dönen iki pervane gibi... artık mum sönmüş; ışık vermiyor ve o iki pervanenin, ışık vermeyen mumun etrafındaki çaresiz halleri bile muhteşem bir sinema gücü sağlardı...

yine düşünelim... ivan karamozov, inanmakla inanmamak arasında korkunç bir savaş veriyor. aynen bergman'ın muhteşem filmi yedinci mühür'deki şövalye gibi. kendisiyle yaptığı o büyük savaş ve sonunda teslim olması, onun için aydınlanma yönünde ilk büyük kapıyı açıyor aslında. delirmesi bu anlamda hayra alâmet! aklın kelepçelerinden kurtulmak... ancak karamozov kardeşler uyarlamarında bu bölümlerin, bir olay akışı taşımadığı için çoğunlukla gözden kaçırıldığı düşünüldüğünde "ne eksik" sorusu da kendiliğinden cevap bulmuş oluyor. yönetmen, büyük romanların olayları anlatmak için kullandığı dialog bolluğunu aynen kullanır; ama insan ruhunun derinine nüfuz edemez. ve o derin okyanus içinde, dışarıdan sükûnet olarak görünen büyük dalgalanmayı fark edemezse , romanın gölgesinde kaybolmaya mahkûm filmler yaratır olsa olsa... ve yönetmen kendi hayatındaki küçücük bir kutsal anıyla dostoyevski romanı arasında bir ilişki kuramıyorsa başarılı olamıyor demek ki! çocukluğumuzdan bu yana sakladığımız güzel, kutsal bir anı, belki de terbiyenin en güzel şeklidir demiyor muydu alyoşa, dostoyevski'nin romanındaki son sözlerinde?

dostoyevski'yi filme uyarlayan yönetmenlerin çoğunluğu, neden hep sözlere takılı kalır da; o sözlerin gizlediği hâlin içine girmeyi, o hâli kendi kutsal anılarıyla birlikte yaşatmayı ve bu yolla susmayı beceremezler?



ikinci kısım, "hakikatin görünümleri".
ikinci bölüm, "karamozov kardeşler ve dostoyevski'nin sinema uyarlamaları üzerine", "sonsöz" s. 174'den.
külliyat yayınları.

sinemanın hakikati,  
enver gülşen.