1 Aralık 2010

sazlıkta




genellikle siyahlar giyerdi. orta yaşlı bir kadın, kederli ve güzel. girmeyi kaldıramadığı odaların aksine kilitleyemediği bir yüreği, ölümün yok edemediği ışığı vardı, ve biriyle konuşmak, gözlerinin ta içine baka baka konuşma özlemi... nehir kıyısında oturup çevresinde neşeyle dans eden gençleri seyrederken, gözlerinde koyulaşan kederi gizleyen güzel bir gülümseme yayılırdı yüzüne... günün birinde yine nehir boyunca yürürken, kırlarda gezinen serseri bir genç adama rastladı. onunla konuşmak istedi, ağır bir özlemin yumuşacık şefkatiyle dokunmak belki... istediği sadece buydu...

eğir otu sazlıkta yetişir, şifalıdır ve onun bu ilaca ihtiyacı vardı. ama muhtaç olduğu bitkinin aynı zamanda bu kadar da acı olduğunu bilemezdi. ne olduysa sazlıkta oldu... eğir otu toplarken... yıllar sonra, yeniden...

kadın, uykudan ani bir titreyişle uyanır gibi fırladı nehirden. yağmur yağıyordu. sazlıktan elleriyle yol açarak hızla asfalt yola doğru koştu. ayakları çıplaktı ve yağmur daha da şiddetlenmişti. geçip giden pek çoğundan sonra duran o arabadan hızla içeri daldı. titreyerek. koltukta bulduğu bir şeye sarınıp, gözlerini kapattı...




epey zaman önce izledim bu filmi. sonunda pişmanlık duyacağım kadar "kötü bir film" değildi belki, ama andrezj wajda gibi dev bir yönetmenden beklentimin yüksekliğini -ki bu hakkımdır- göz önüne alırsak, hayal kırıklığına uğradım diyebilirim. yalnız bir şey oldu, ben sonraki günlerde garip bir şekilde sık sık düşündüm filmi. wajda'nın "tatarak"ını. "üstünde durulmayacak bir film" deyip geçemedim. eğer bu film bir sinema kazası ise, wajda, şahane detaylara derinliğine inmeden dokunup geçişleri, seyircisinin sinema yetkinliğine güvenmemiş hissi veren monolog şeklindeki gereksiz, sıkıcı ve uzun anlatımları, filmi ince çizginin "kötü film" tarafına düşürüş şekli ile şaşırttı beni. yok eğer sanat filmi olarak "etiket"lenen bu tür filmlerin kendini kabul ettirmiş yönetmenlerinin zaman zaman yaptığı gibi tamamen içsel imgelerini sergiledikleri ve yeniliklerle kendi sınırlarını zorladıkları deneyler için seyircisini kobay olarak kullandıkları durum ise, kabulümdür. wajda bu, öyle ya kredisi büyük, yine denese yine gönüllü olurum:) 

filmde unutamadığım sahneler vardı. meselâ, uzun monologların geçtiği ve gereksiz bir şekilde konunun bir anlatıcıya havale edildiği iç mekanın havasına hayran kaldım. kadının sandalye veya yatağa oturup kalkışı, sigara içişi, siyah odanın penceresinden sızan ışığın dağılışı... bir diğeri ve bence filmin en güzel kısmı, kadının nehirden hızla çıkıp yola fırladığı, film içindeki filmin kurgudan gerçeğe ustaca geçiş anının estetiği... ve kadın oyuncu krystyna janda... vasat bir filmi akılda kalıcı, hatta benim için iz bırakan bir hale getiren unutulmaz performansına hayran kaldım...