1 Ağustos 2012

yaz sıcağı, savaş filmleri, ve hepimizin payına yetecek kadar utanç.


bu yaz böyle geçiyor, her zamankinden daha sıcak. mendile dökülen kirazlar gibi, dağınık. mecburi işlere gösterilen zorlama dikkat, asgari eforla günü kurtarma çabası, kısacık akşamının hızla geçişine engel olamama telaşı, sabaha hangisinde uyanacağını bilmeden en serin bulduğun odada sızıp kalmalar, klimanın hain soğuğuna nefretin giderek büyümesi ve işte sıcaktan şikayet edip durmalar... film seyretmek, sıcağın kahve içmeme engel olamaması gibi, ilaç gibi bir şey benim için. bu sıralar, ard arda savaş filmleri seyrettik. yaz filmi, yaz kitabı, yaz şarkısı, hatta bu yıl duyup pek garipsediğim, "yaz kafası" gibi hallerden, tanımlardan hiç hoşlanmadığım ve böyle bir derdim olmadığı için, sorun yok. zaten, yaz geldi diye savaşlar ne duruyor, ne de yavaşlıyor... 

savaşın sıcak görüntüleriyle değil, daha derin acılarıyla yüzleştiren filmlerdi bunlar. istvan szabo'nun, mephisto ve taking sides'ı; bergman'ın, shame'i... sonra, gecenin sonunda uzanınca, güvenle yatağında uyuyabilmeyi düşündüm hep. bunun çoğu zaman kıymetini bilemediğimiz, nasıl bir şans ve güzellik olduğunu, ama aynı zamanda huzursuz utancını hissederek... "sanırım şöyle oluyor" diye düşündüm sonra; dünyanın herhangi bir noktasında bir masumun kanı dökülüyor; kaldırıma, dağa/taşa, katırların sırtına, bir sınır çizgisine, çimlere, nehre, tren raylarına, ormanın en kuytu çalı dibine, şehrin en kalabalık meydanına veya aklımıza bile getiremeyeceğimiz bir başka yere... (öyle ya, başka hiçbir canlının elinden gelmeyecek, hatta kendi aklının hayal gücünün bile yetmeyeceği kadar çeşitli zulüm ve ölüm şekilleri icat edebilir insan.) sonra o yerde kapkara, lanetli bir leke oluşuyor, gittikçe büyüyen, karanlıklaşan bir gölge, "iyi/güzel" hiçbir şeyin yakalayamayacağı kadar hızla büyüyor ve kirli bir savaş başlıyor. sonra, kirlenmedik yeryüzü parçası kalmıyor.


mephisto




"soluktur dostum tüm kuramlar 
yalnız yeşildir yaşamın altın ağacı"*

"mephisto" filmi, yakaladığı ün ve yükseliş, nazi partisiyle aynı zamana rastlayan yetenekli bir aktörü anlatır. ülkesinin karanlık tünele girişi, sahnede sergilediği mephisto performansıyla ironik paralellikte bir yükseliş yakalarken, asıl adını bile tamamen unutturan kalıcı bir maskeye dönüşür. seçimini ülkesinde kalmak olarak kullanan henrik höfgen, başarı ve alkışın zirvesinde, politik ve insani yerini belirleme noktasında bir karar alır. yaptığı seçim nettir; yaşayacaktır. durduğu yerde tek bir iyicil yan bulamaz insan, zira "devrimci tiyatro"dan, işçilerin tiyatro izleme hakkından, eşitlikten, özgürlükten bahseden höfgen, gücün tarafında durmayı tercih etmiş, şeytanla anlaşmıştır... ona "mephisto" diye seslenen başbakan dostu, parlak gösteriler, alkışlar, övgüler, herkesin hayran olduğu sanatçı bir eş ve güzel bir malikanede rahat bir, "yaşamak"... "mephisto" maskesinin altına gizlediği kendisiyle kavgasını, sadece, szabo'nun bin yıllık kavgayı unutulmaz bir sinema eserine dönüştüren ustalığı ve klaus maria brandauer'in hayran bırakan oyunculuğuyla, kameranın, karakterin en yalnız anlarında yüzünde durup yakaladığı ifade ve monologlarda görürüz... sahnedeki ölümsüz, tanrısal karakter, maskesiz nadir anlarda, korkak, hırslarına yenilmiş, ezilmiş ruhuyla debelenen zavallılığıyla yakalanır. final;  kollarını, bacaklarını, aklını, ruhunu, kalbini yöneten görünmez ipler, kör edici parlaklıkta spot ışıkları olarak üstüne düştüğünde ancak uyanır ve acıyla haykırır; "benden ne istiyorlar? ben sadece bir aktörüm!"

ödüllü ve gösterişli bir filmden beklenmeyecek kadar derin bir film, mephisto. ama ard arda iki geceyi verdiğimiz szabo'nun, bahsetmek istediğim asıl filmi; taking sides. zamanının en büyük, seçkin ve ama çok tartışmalı orkestra şefi furtwangler'i anlatan, sade, sakin, faşizmin iktidarını bir yandan sanatın kendisini de kullanarak nasıl yaygınlaştırıp, büyüttüğüne dair diğer film...


taking sides




"nasıl bir dünya istiyorsunuz binbaşı? nasıl bir dünya yaratacaksınız?
tek gerçeğin materyalizm olduğuna sahiden inanıyor musunuz? eğer öyle düşünüyorsanız elinizde sadece pislik kalacak. gecelerinizi dolduran karanlıktan da daha kötü kokan bir pislik!"

berlin opera binası, şef wilhelm furtwangler yönetiminde bethooven'in 5. senfonisi ve binayı hedef alan ilk bombalar altında müthiş bir konser. konserden sonra, şefi karşılayan alman generalin; "bu savaştan ve bombardımandan uzaklaşın. bir süre yurt dışına çıkın. evet, yorgun görünüyorsunuz, bu ışıkta bile." tavsiyesini furtwangler reddediyor; "ülkemden ayrılmayacağım"... 

her yer yanmış, yıkılmış. almanya üzerinde kesif bir duman ve ölüm kokusu tüterken, bir amerikalı subay, nazilere destek vermekle suçlanan furtwangler'i sorgulamakla görevlendirilir. ve emrine iki genç yardımcı verilir, ailesi nazilerce öldürülmüş bir yahudi genç, diğeri, nazilerle kahramanca savaşıp idam edilmiş bir komutanın kızı. amerikalı subay, ülkesinin karakteristik tavrına tam da uyan, dünyanın her hangi bir yerinde yaşanmış savaşı ve zulmü uzaktan, okyanusun ötesinden izleyip, her şey bitince gelip üstüne kahramanlık sözleri söyleme küstahlığında, atıp tutan, toplama kamplarının korkunç görüntülerini izleyerek motive olan, ödünç nefretini körükleyerek gitgide saldırganlaşan subayla, acıyı tam da ateşin ortasında yaşamış iki genç yardımcısının insanca bakışı ve furtwangler'in sağlam duruşu arasında gidip gelirken, szabo'nun, yargılamayan, seyirciye empati kurduran, olgun üslubuyla etkileyici bir film, "taraf turmak". amerikalı subayın furtwangler'ı sorgulama şekli, aslında dinlerken hak verdiğimiz bazı sözlerine rağmen, o kadar kötü niyetli, sonucu çoktan planlanmış ve acımasızdır ki, subayın yardımıyla görevli alman kız emmi dayanamaz, gözyaşları içinde; "gestapo tarafından sorgulanmıştım, tıpkı sizin onu sorguladığınız gibiydi" diye isyan eder. 





szabo, sorgulamada; "onlar toplama kamplarında orkestralar kurdular. beethoven ve wagner çaldılar! neden kaldınız? neden onlar için çaldınız?" diyen,  amerikalı subaya en çok cesaret ve güç veren gerçek görüntülerle bitirir filmi. ve bu görüntüleri izlerken, susup, sadece kararı bize, seyircisine bırakır. 

hitler'in doğum günü konseri. 9. senfoni bütün ihtişamıyla yorumlanıyor. furtwangler'in, ancak toplama kampından sağ çıkabilen biri kadar iskelete dönmüş bedeni, sararmış yüzü, goebbels'le tokalaşmak için eğildiğinde kopuverecek kuru bir dalı gibi düşen boynu, yüzündeki, gülümsemeye benzetmeye çalıştığı acı ama dik, onurlu ifade, nazi lideriyle tokalaştığı elini sıkıntılı sıkıntılı silip, iki elinde dolaştırdığı buruşuk mendil... tüm bunlar, bu gerçek görüntülerdeki vücut dili, furtwangler'e öfkeyle başlayan hikayeyi, derin bir sessizlikle bitirmemize neden oluyor...  

her zaman kolay mıdır taraf tutmak? başımıza böyle bir felaket geldiğinde durduğumuz yer, kelimelerimizle mangalda kül bırakmadığımız kadar net kalabilir mi? insan ölülerinin kepçelerle çukurlara atıldığı, kollar, bacaklar ve kafaların gözümüzle yerli yerine koyamadığımız, birleştirmeye çalıştıkça dağıldığı, ordan oraya fırladığı kareler ve içimizdeki sancı, boğulmuşluk, bulantı hissiyle gözlerimizi kapattığımız zamanın içinde yaşayıp, can korkusuna kapılan birini suçlamak her zaman o kadar kolay mı? furtwangler'i, sorgulamasına şahit olarak katılanların dediği gibi; "nazilerden nefret eder"ken, "pek çok yahudi ve muhalifi kurtarmak için çabalarken", ömür boyu taşıyacağı bir utanca düşüren, yaşama değil ölüme hizmet eden bir iktidar, bir zihniyet. ya uzlaşacak ya da öleceksin. veya sorgu subayının ülkesine kaçıp, uzaktan seyredeceksin. yaşamayı seçenlerin temiz kalması neredeyse imkansız. ruhların yanık kokusu etinkinden geri kalmayacak kadar iç bayıcı... yaşamak bir utanca mahcubiyete dönüşürken, karanlıktan onurlu çıkmak hiç kolay değil. bazen, hiçbir şey, sözlerdeki, ve asıl; kendimize söz verdiğimizdeki kadar kolay değil.

ve, "utanç" 



"bir uçak geldi ve gülleri yaktı. korkunç değildi, çünkü çok güzeldi. yanan güllerin sudaki yansımalarına bakıyordum. kollarımda bir bebek vardı. bizim kızımız... dudaklarını yanağımda hissediyordum. bütün bunlar boyunca birisinin bana söylemiş olduğu bir şeyi hatırlamam gerektiğini biliyordum... ama unutmuştum."

tüm bunların üzerine, tam da bu film, şahane bir seçimdi. savaştan kaçan müzisyen bir çift üzerinden, yine savaşı anlatan onca filmin en sade ve çarpıcı özü olmalı "skammen". genişleyen karanlık kirli lekesiyle savaşın, sığınılan uzak bir adaya bile ulaşıp, temiz kalmaya çalışan insanları nasıl kirlettiğini, bir tavuktan bile ürken bir adamı, günahsız insanları acımasızca öldürebilecek bir ölüm makinesine dönüştürebileceğini, ve dünyanın en masum güzelliğini simgeleyebilecek bir kadını bile utanç içine düşürebileceğini anlatır bergman. yeryüzünün her hangi bir yerindeki savaşın verdiği duyguyu; cesetle kaplanmış nehirde, kancalarla yol açıp ilerleyen sandalın içindeki insanların ruh halinden daha iyi hiçbir görüntü anlatamazdı. her savaşın sonunda, hepimizin payına düşen, tüm diğer acıları bile bastırabilecek kadar güçlü tek bir duygu kalıyor. utanç...


*faust