18 Mayıs 2012

khaneh siah ast, füruğ'un gözleri kadar kara, derin, kederli.




"karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar,
ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak uçup gittikleri o an..."






"ah bir güvercin gibi kanatlarım olsaydı
uçar ve huzurlu olurdum
çünkü şiddeti ve kavgaları gördüm
bu dünyada çok acı çektim
bu dünya gebe, ve haksızlık doğuruyor."


geçen gece, uzun günün yorgunluğu, şarkılar, ordan burdan neşeli bir sohbetle geçip giderken, bir film izlemek isteği geldi. bekletilmiş, hani güzel bir an'a denk gelsin diye ertelenmiş bir film. çünkü bir şairin filmiydi ve geceyi daha da güzelleştirecekti. öyle de oldu elbette. ama "güzellik" kısmı, sandığımızdan, bilinenden, kabullenilenden epey farklı... şiddetli bir rahatsızlık hissettim önce, gözlerimi kapadım. tamamen kapatıp unutmak istedim filmi. ama sustum. sessizce, görmekten korktuğum incitici hikayeye bıraktım kendimi...

o şair, füruğ ferruhzad. film de, kısacık hayatının bir döneminde gönül ve emek verdiği sinemada, yönetmenliğini yaptığı tek film; "khaneh siah ast". ferruhzad'ın, şiirleriyle seslendirdiği 20 dk'lık bir belgesel, kara ev. çekimi için tercih edilen yer ise, tebriz'in bir bölgesinde, cüzzamlıların yaşadığı bir tedavi ve bakımevi. film için "tercih edilen" yeri etkileyici buluyorum. etkileyici, çünkü "herkes"in güzelliğini değil, cüzzamlıların arasına bedeniyle karışarak, onlarla nefes alıp, yaralarından sakınmadan, gocunmadan, eksilmiş, erimiş, yok olmuş uzuvlarından seslenmeyi tercih etmiş. bunu çok değerli buluyorum, çünkü gerçek güzelliğin peşine düşmek, bu zamanlarda en kahredici yoksunluğumuzdur bizim. rilke'nin, son nefesinde;  "dilenciler, hastalar, yoksullar" diye sayıklamasını hatırlatan, modern zamanlarda "güzellik"  diye bildiğimiz hoyrat kalıba sığdıramadığımız için kara, karanlık evlere sakladığımız, gettolara hapsettiğimiz unutulmuş, yoksul, yaralı, garip insanları hatırlayan, şairâne, ama her şeyden önce insanca bir incelik. bu güzel kadın, gövdesinde aşktan yaralar açmış, kederinde güneşler yüzdürmüş bu cesur fars şairi, izleyeni doymuş azgınlığından silkeleyip uyandıran, içini sızlatan, "ruhunu üşüten", egosunu ayaklar altında ezip paramparça eden bir güzellik çıkarmış.



çok zaman önce, füruğ ferruhzad'ı merak ettiğim bir dönem hatırlıyorum. yoğun bir ilgiyle, ona dair ne bulduysam okuduğum, nerede bir satır şiirini görsem heyecanlandığım bir zaman... füruğ'un türkçe'ye çevrilmiş kitaplarından birinin önsözünde, iranlılar için yüzlerce yıldır süregelen bir gelenekten bahsediliyordu. çevirmenin anlattığına göre; "hâfız falı" denen bu oyunda, divan'dan rastgele  hayali sayfalar açıp, ilk hatırlanan şiir, dörtlük veya gazel; karşılıklı, ezberden okunurmuş. bizdeki, aşıkların atışmasına benzer zevkli bir şölen. anlatıcıya göre, kendisinin de dahil olduğu, yine bir "hâfız falı"nda; oyunculardan, füruğ'un arkadaşı olan diğeri sıra kendisine gelince, gözlerine düşen garip, pırıltılı bir kederle okuduğu hayranlık uyandıran farsça şiirin, aslında füruğa ait olduğunu söyler sonradan. sessizlik olur. güzel ve hüzünlü bir hava eser, füruğ gibi... ve sonra, sabaha kadar süren sohbetin her durağında füruğ vardır. 


"bak tam karşımızda gecenin mumu 
damla damla nasıl eriyor 
nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla 
gözlerimin simsiyah kadehi 
senin ninnilerini dinlerken 
ve bak nasıl 
şiirlerimin beşiğine 
sen doğuyorsun, güneş doğuyor..."*





*çeviri; celâl hosrovşahi