25 Ocak 2012

the voyage to cythera





sürgün günü; evlerinden, yaşadıkları şehirden kovmak için gelenlerin hain aceleciliğine inat, kız ve annesi iki küçük oğlana sarılıp, oldukları yerde, öylece, paslı bir çiviyle çakılmış gibi kala kalmışlar, korku ve dehşetle. hac yolculuğu için uzaklarda olan evin babasının yokluğu daha da artırmış bu korkuyu, sahipsizliği. sonra, "hadi! çabuk toparlanın!" sesleriyle irkilip, etraflarına, evlerine, eşyalarına bakmışlar. acıyla bakmışlar. hangisinden vazgeçebilir ki insan ve bir ev ne çok şeydir, bir kapı kolu, bir küçük sandık, eşik, sahanlık, verandadaki tahta tabure, pencere önünde tam yerini bulmuş eski bir divan, bunlardan hangisi sığar bir sürgün heybesine. elbette hiçbiri. zaten her biri sadece o evde, o ev de o sahipleriyle, yerinde, olması gerekende güzeldir değil mi. sevdiklerine, komşularına alıp koşmuşlar en değerli şeylerini. toprak saksıdaki güllerini kucaklamış hamile anne, küçük kardeşlerden biri kucağındaki kediyi, diğeri kümese dalıp topu topu bir kaç tavuğu ayaklarından tepe üstü tutup koşmuşlar. yalvarmışlar;" lütfen biz gidince onlara iyi bakın". komşuları, kimi mahcup almış, kimi lütfeder gibi uzanmış, kimiyse geri çevirmiş; "ben kendiminkilere zor bakıyorum". etrafa koşturup durmuşlar can havliyle. tanrı nasıl kahırlı bir güç verdiyse bacaklarına... kız, çeyiz bohçasını alıp sevgili arkadaşı, birlikte doğup büyüdüğü, nesibe'ye koşmuş. nesibe, evin kapısında karşılamış onu. yüzlerindeki derin acıyla konuşmadan anlaşmışlar. nesibe kıza o korktuğu lafı söylemiş sonra; "sana yaramayan, seni mutlu etmeyen, emeğin, göznurun çeyizlerini ben nasıl alırım. nasıl yüreğim kaldırır bunu. yapamam. günahtır bu, korkarım". bunu derken başını, gözlerini yere dikip kucaklamış kızı, yani büyükannemi; ermeni olduğu için evinden koparılan, ailesinin büyük kısmını ölüm yolculuğu, kalanları da sürgün içinde sürgünle kaybedip yapayalnız kalan büyükannem...





dün gece, büyük şair, usta yönetmen angelopoulos'u sonsuz yolculuğuna uğurladık. çoktandır istememe rağmen şimdi tüm bunları anlatmama hiç beklenmeyen ölümü neden oldu. böylesi aklımın ucundan bile geçmezdi halbuki. bu ani ölüm, çekilememiş pek çok değerli film demek aynı zamanda. ve yarım kalmış şiirler... bir başka yönden, içine doğduğum aile hikâyesiyle çok örtüşen bir sürgün hüznü taşırdı angelopoulos filmleri. anlatışındaki yakınlığı, tanışıklığı hiç unutmam, unutamam. özellikle "kitera'ya yolculuk"ta çok güçlü hissettiğim bir duyguydu bu.

spyros, otuz iki yıllık bir sürgünden, kovulduğu ülkesine, ayrılığa mahkum edildiği ailesine döner. beyaz, büyük ve  hüzünlü bir gemiyle. kıyıda bekleyen çocuklarıyla, derin bir boşluk sızısı gibi aralarına giren yılların verdiği uzak duyguyla kucaklaşır. kollarında ne kadar güç kalmışsa tümüyle sıkar, bağrına basar onları. arada hep uzun yıllar, birlikte yaşanamamış anıların gölgesi kalbini sıkıştırarak. eve doğru yola koyulurlar, heyecanlı, şaşkın, buruk. başı döner adamın, yürüdükçe sendeler, sanki onca deniz yolculuğu değil de, yıllar önce koparıldığı toprak tutar. karısını sokakta bekler bulur spyros. sevdiği adamı otuz iki yıl boyunca beklemiş, tek başına, kavuşma anına aşkla, özlemle bilenmiş kadınla adam bakışırlar öylece. bir süre karşılıklı seyrederler birbirlerini, sessizce. sonra ilk sözü kadın söyler;" aç mısın?"...

o an, öyle bir durumda, hangi söz bu kadar şiddetle anlatabilir ki kadının aşkını, aşkında biriken özlemi, şefkati. başka hiçbir söz anlatamazdı. angelopoulos, sürgünden dönen sevgilisini karşılayan kadına diyeceği ilk sözü bu kadar anlamlı, sade, yürekten söyletebilen bir şair/yönetmen.


angelopoulos için, dünyadaki sürgünlüğün, sürgün ruh halinin sona erişiydi belki ölüm, ama bizler, "giderek çürüyen şu dünyada" ardında bıraktıkları için çok hüzün verici bir mahzunluk, yoksunluk, yetimlik. zaman geçtikçe bu yokluğu, boşluğu, çok daha fazla hissedeceğimize inanıyorum...