17 Mart 2011

battle in heaven



                                                                      
gökyüzünde bir yerdeymiş kadar grimsi/mavi odada, bir adam öylece durur. ifadesiz, dimdik, kaskatı durur ayakta... sonra yavaş yavaş aşağı iner kadraj, gencecik bir kız görmeye başlarsınız, diz çökmüştür adamın önünde, gözleri kapalıdır. açar sonra, kocaman açar gözlerini, yaşlar boşalır... ve savaş başlar... "cennette savaş." çirkinle güzelin, gençle yaşlının, siyahla beyazın, iyi ve kötünün, güçlüyle zayıfın, akıllı ve aptalın, günahla sevabın savaşı...


ve son... her şey aynıdır. bu hikâye nasıl başladıysa aynı renkte ve aynı mekânda, aynı adam ve kadının aynı eylemiyle biter... yalnız büyük bir farkla; bu defa gülümserler... zira ikisi de bir başka şekilde ölüdür artık...




bir kaç akşam önce, meksikalı yönetmen carlos reygadas'ın, bugüne kadar "sessiz ışık"tan sonra izlediğim ikinci filmi, orjinal adıyla "batalla al en cielo"yu izledim. filmi anlatmayacağım elbette, zaten hikâyeyi anlatmak 2-3 satırlık bir şeyken, önemli olan hâli deneyimlemektir. veya reygadas'ın filmografisinden, hayatından, ayakkabı numarasından filan da bahsetmeyeceğim. hele sinema tekniğinden filan hiç... ama bu konular için sadece, kamera ve sahne kaydırışlarının etkileyiciliğini, karakterlerinin yüzlerindeki ruh detaylarını tasvir ediş, aktarış ustalığını, en kritik zamanlarda kullandığı, filmin durağan havasını aniden heyecana çeviren müzikleriyle izlenmeye değerdi diyebilirim. ilgimi çeken ve heyecanlanmama neden olan başka bir şeydir aslında. bu bir benzetiş, bir yakınlık, duygudaşlık, yoldaşlık, hoşuma giden bir metafor hatta... reygadas fimlerini, beş asır önce yaşamış bruegel'in tablolarına benzetiyorum ben. sade bir gerçeklikle, net ve çirkin yüzler yaratır ikisi de, ve onların arka planında insanlığa dair her türlü yerleşmiş tabu, korku, güç gösterisi akar. bruegel, yaşadığı karanlık çağın ve rönensans'ın değer verdiği her ne varsa nasıl alay etmiş, ve kralların sarayları için gösterişli tablolar çizmek yerine gidip taşra resimleri, sakatlar, dilenciler, fahişeler çizmek istemişse, reygadas da benzer bir protest duruşla, meselâ holywood'un genel  geçer değer yargılarına, parıltısına inat, bir generalin ayak işlerini yapan "çirkin", sıkıntılı, beden dili hayli ağır, sıkıcı, soğuk, basit bir adamı filmin ana karakteri yapar. marcos, her sabah o birliğin göndere bayrak çekip-indirme, marşlar ve postal sesleri arasındaki askeri törenleri arasında işine gidip gelirken, reygadas'ın yaptığı içinizdeki tüm anti-militarist duyguları harekete geçirmektir. veya generalin kızı güzel ana ile sevişirken yaşattığı, sahnenin tüm cüretkârlığına rağmen zıtlıklarla yarattığı anti-pornografik propagandadır... marcos, günahlarının altında ezilirken, o "son gün" hacılar arasında, kızgın güneşte, diz kapaklarının üstünde ilerlerken, insanlık tarihi kadar eski o kadim ve ağır sızıyı çok keskin hissedersiniz...




diyeceğim o ki, sanatçının iktidarın ya(kı)nında durması, hayatta en çok midemi bulandıran şeydir... eserleri aracılığıyla, bu anlamdaki net ve karşı tavrını hissettiğim, hayran olduğum bruegel'i, yaşayan ve daha pek çok filmini bekleyeceğim reygadas'la asırlar sonrasında birlikte anmak çok hoşuma gitti...




filmler birikiyor. halbuki izlediklerime karşılık buraya aldığım notlar o kadar az ki. olsun. ben hiç şikayetçi değilim. hayatımın en güzel günleri/geceleri bunlar...