27 Ekim 2010

Aşkın Sınırlarını Keşfetmek: "Boy Meets Girl"






Filmi izlememi ısrarla tavsiye eden Zeynep’e ithafen…



Aşk insanın hallerinden bir haldir ve bu dünyaya gelişindeki o saf, yalın haline doğru bir sıçrama imkânıdır. İnsanın yaşamında üç şey habersiz gelir: Doğum, ölüm ve aşk. Nasıl doğumla yeni bir âleme geliyorsak, ölümle de yepyeni bir âlemin kapısını aralıyoruz. İşte bu iki sessiz belirsizliğin arasında, insanı kayıtlı ve sınırlı olduğu yatay düzlemden aşkın olana doğru yükselten bir imkândır aşk. Aşk, tüm bağları yıkarak kendi bağlarını kurar. Acısı süreklidir, paylaşılamaz ve sürekli çoğaltır kendini. Aşk sırlardan bir sırdır, belki ‘Sırların Sırrı’ndan bir haberdir. ‘Al Aşkını ver Beni’ diyen, Sevgili karşısında, aşk uğruna kendi kişisel algısını sildiği için pişmandır ve ‘ben’ini geri istemektedir. Oysa aşktan önceki ben’in yerinde artık yeller esmektedir. Aşkla birlikte o ben gitmiş yerine yepyeni bir benlik gelmiştir.
Fransa’da yetişen kalburüstü yönetmenlerden birisi olan Leos Carax’ın henüz 24 yaşında çektiği “Boy Meets Girl” filmini izledikten sonra, Sadık Yalsızuçanlar’ın “Al Aşkını Ver Beni” kitabında geçen yukarıda cümleler aklıma geldi. Aşk sırrına ermek, o sırrı açmakla açmamak arasında verilen büyük mücadeleyle değişmek, dönüşmek ve olgunlaşmak insan olmanın yolunda köşe taşlarını oluşturuyor. Aşk ile her vuruş, vuruluş, saklanış ve her yeniden beliriş hayatın yapı taşlarını birbirine bağlayan harçlar haline geliyor. Her aşk bir çizik atıyor kalbimizin üstüne… Kanatıyor kalbimizi ve kayboluşa mahkûm ediyor. Sonunda o çiziklerin bir araya gelmesiyle beliren, hakikatin tüm ihtişam ve güzelliği oluyor. Matruşka gibi içimizden çıkan her yeni ben, bir öncekini daha yüksek bir kemal mertebesine taşırken, altta kalanı ilga etmek için büyük acılarla yüz yüze bırakıyor bizleri. Aşk acısı denen şey, kemalin yüzünü göstermesi ve o görünen yüzün güzelliğine henüz hazır olmayışımızdan kaynaklanıyor.
Aşk ve aşk ile yaralanmak, gece yarısı karanlığında amacı belirsiz yürüyüşleri aklıma getirir oldum olası. Sığınmak için gecenin karanlığını seçeriz. O karanlık, sırlarımıza gebedir; ama doğum yapmak için bir sonraki sırrın görünmesini bekler. Sırlarınızı açacak bir tek o vardır ve sığınarak, sırlarınızla birlikte kaybolmak istersiniz gece karanlığında. “Boy Meets Girl” filminin, o ilk dönem ekspresyonist sinemacılarının stilini andıran bir biçimle kameraya alınan Paris geceleri, bir ruh durumuyla paralellik oluşturuyor. Kaybolmuşluk; ama çölün ortasında bir damla suya hasret bir insan gibi, bu kaybolmuşluğun keşfedilmesini bekleyen bir ruh hali bu.
Kaybetmiş olmak, kaybolmuş olmak anlamına geliyor çoğu zaman. Ve her kayboluş bir yeniden bulunuşa gebe… Alex’in, gece yarısı amaçsızca karanlık Paris sokaklarında dolaşmasının sebebi, kaybolmuşluğuna bir ortak bulabilmek. Kendisi gibi kaybolmuş birisiyle beraberce kaybolmak! Mireille.  Bir başka kaybolmuş.
Alex, kendisine “al aşkını ver beni!” denilerek terk edilmiş birisidir aslında. Geri aldığı aşkını, gerçek sahibine verebilmenin susuzluğu ile kaybolmuştur gecenin karanlığında. Mireille de öyle! Aşk denen nesne, gerçek yerini buluncaya kadar mecazî nesnelerde dolaşır durur ya; Alex’in de, Mireille’nin de bekledikleri, aşklarını verebilecekleri gerçekliği bulmak olsa gerek. “Gecenin ilerlemiş bir çağında\Yatağımda onu aradım\ Onu, canımın sevgilisini aradım\ Kalkıp şehirde dolaşayım dedim\ Sokaklarda ve meydanlarda\ Ruhumun sevgilisini aradım\ Fakat bulamadım\ Şehrin bekçilerine rastladım\ Onu gördünüz mü, canımın sevdiğini diye sordum\ Onları geçince, onlardan öte gidince\ Buldum ruhumun sevgilisini\ Buldum onu ve tuttum\ Canımın sevdiğini tuttum ve bir daha asla bırakmadım\ Annemin evine, beni doğuran aziz kadının odasına götürünceye kadar.(Neşideler Neşidesi Bab3)
Wong Kar Wai’nin “In the Mood For Love – Aşk Zamanı” filmindekine benzer bir kavuşamama durumu var Carax’ın filminde. Yan yana gelmek bir düğün gecesi kadar huzurludur, iki sohbet etmek hayatta en fazla istenen şeydir; ama ötesine geçebilmek adeta yasaklanmış gibidir. Bir büyü vardır, tam o sınır bölgesinde duran ve öteye geçilince yerle yeksan olacakmış gibi olan! Alex ile Mireille’nin en yaralı oldukları andaki o “ilk buluşmaları” o yüzden çok değerlidir. Alex böyle “yan yana gelip” Mireille ile konuşmayı hayal bile edemiyordur daha önce. “Gençler konuşmayı unuttular” diyen sağır ve dilsiz yaşlı bir adamın verdiği cesarettir belki, Alex’in Mireille ile gece boyunca yan yana sessizliğini paylaşmasını sağlayan itici güç. Mireille’nin hayatın tam sınır noktasında Alex’in söylediklerini dinlerkenki hâli Aragon’un şiirini anımsatır: “Güzel aşkım, tatlı aşkım, kanayan yaram benim\İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi\Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri\Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri\Ve hemen can verdiler iri gözlerin için\Mutlu aşk yoktur.

Alex’in Mireille’ye, Mireille’nin Alex’e anlattıkları yaşadıkları değil, yaşamayı düşledikleridir aslında. Aldatılmışlıkları, kaybolmuşlukları ve bir yerlerde birisi tarafından bulunmayı çölde susuz kalmış bir insan kadar istemeleridir onları birbirlerine hiç olmadık zamanda bu derece yakınlaştıran. İkisi de yollarda yalnız dolaşmayı seviyorlardır ve yine aynı yolda yalnız dolaşacaklardır; yan yana ama yapayalnız!
Yine Yalsızuçanlar’ın “Al Aşkını Ver Beni!” kitabındaki bir pasaja kulak verelim: Sevişme coşkusu ölüm sarhoşluğu gibidir. Velinin sekr hali de böyledir. Tutkuların doruğuna ulaştığımızda, şiddetli bir hayal kırıklığı yaşar ve boşluğu tanırız. Nihil, yani boşluk, varlığın anlamlanmasında tek imkândır. Bu yüzden bütün heyecanlar, en yüksek kabarma anında sonsuzca derin bir boşluğa taşınır.” Alex ve Mireille’nin yaşadıkları, bu boşluk anıyla yüz yüze kalmaktır aslında. Gerçek âşık, bu boşluk hâliyle nasıl baş edebileceğini bilendir. Bilemeyenin yaşadığı Mireille’nin içine düştüğü o devasa boşluğu doldurmak için sığındıklarıdır. Her aşk, önceki aşkların geçiciliğini anlatırken, sürekli kalınacak barınağa ihtiyacın altını biraz daha kalın çizgilerle çizer. Geçiciliğin boğuculuğu ile kalıcılığa adım atmanın zorluğu arasında kalan insanların ruh hâlidir, Paris sokaklarında gece yarısı başıboş dolaşmanın diyeti. Her aşk, bir kez bir kez daha ölümle yüzleşmeye davetiyedir. Ölümle yüzleşmek, ölümün soğuk nefesini sıcak bir cennet kokusuna döndürmek, aşka hakiki yerini ararken, uğradığımız mecazî mekanların boşluğundan hakikate yol almayı bilmekle alakalıdır.
Aşk, bir vecd hâlidir. Vecd halinde bir sûfiye nasıl hakikat perde perde açılırsa, aşk da hakikat perdelerinin tek tek açıldığı bir vecd hâlidir. İnsanın ontolojik yükselmesinin en önemli itici gücü, “öteki” ile kurulacak sahici bir ilişkinin en büyük yaratıcısıdır aşk. Bu yüzden, âşık olan insan, sadece maşukunu değil, insanlığın tümünü sever. Artık nefs-i emmarede değildir çünkü âşık. Adeta nefs basamaklarını maşukunun kanatlarında bir bir aşıp yükselme makamındadır. Yükseldikçe söz ile anlatılabilecekler azalır, geriye hâl kalır. Alex ile Mireille’nin parti gecesindeki halleri gibi! Aşk, bir bilgenin dediği gibi harikulade bir çiçektir; ancak, o çiçeği korkunç bir uçurumun hemen kıyısından dermek gerçekten yürek ister. Yürekli olmaya cesaret edenin ödeyeceği bedel de büyük olur. Alex’in Mireille ile birlikte filmin sonunda ödediği bedel gibi! Cesaret karşılığı alacağınız hediye büyük! Ancak, bir daha dünyanın asla eski hâle gelmeyeceğini, “ben”in asla eski ben olmayacağını da bilmek gerek. “Al aşkını ver beni” dediğinizde, artık geriye geri alacağınız bir beninizin kalmayacağını bilmek gerek. “Boy Meets Girl”in finali bu bütünleşmenin, yani “beraberce ölümün” bir alegorisi gibi.
Âşık oldur kim kılar canın feda cananına\Meyl-i canan etmesin her kim kıymaz canına\Canını canana vermektir kemali aşkın\Vermeyen can itiraf etmek gerek noksanına
Bazı filmlerin sinematografik analizini yapmak gereksizdir. Zira böyle filmlerde sinematografi ile ruh hâli birbiriyle büyük paralellik gösterir. Ve parça parça analiz o ruh halini de parçalar, bozar ve kirletir. “Boy Meets Girl” böyle bir film. Muhtemelen, o sıralarda aşk acısının\tefekkürünün doruklarında olan birisi tarafından çekildiği için görüntü ile yazılan bir şiir hâline gelmiş bir film.

 Enver Gülşen - Eylül 19, 2010