17 Temmuz 2010

bir resim üzerine...






"bunu niçin beğendiğimi biliyorum... ama açıklaması uzun... bununla ilgili bir yazı yazman icab ediyor..."*

konuşmanın en başında doktoruma dedim ki; "ben o kafede kaldım". ben halâ o kasım ayının ilk cuması, o soğuk günde aynı kafedeki aynı sandalyede oturuyorum. artık gelmeyeceğini bildiğim halde heyecanla hazırlanıp, salonda uyuklayan kedimin boynunu bir uğur, bir dua ritüeli gibi okşayarak evden çıktığım, bisikletimin pedallarına daha da asılarak aynı sokaklardan, aynı evlerin -kuşların huzurlu ve sessiz yeni bir geceye sığındıkları- saçak altlarından hızla geçerek buluşma yerine gittiğim günden bugüne, bedenime, hayatın beni gönderdiği bu yere dönemedim. dönemiyorum. bana bunun için yardım edebilir misiniz. elbette bu bir soru değil sevgili doktor, zira yanıtı kesin. bana o sandalyeden kalkmak için kendimden başka hiç kimse yardım edemez...


iki yıl boyunca her cuma akşamı orada bulduk birbirimizi. sadece bir kaç cuma atladık, bunu çok iyi hatırlıyorum. mesela biri, babasının kalp krizi geçirip sokak ortasında yığılıp kaldığının haberini aldığı gündü. telefondaki sesini unutamıyorum ve bir sonraki cuma akşamüstü kafeden içeri girerken yüzündeki, gözlerindeki acı ve yorgun özlemi, kollarındaki teselli dileyen o sımsıkı sarılışı da... diğeri, ailemden büyük bir kavgayla tamamen kopup ona koştuğum cuma beni teselli edişi, ki ellerimi avuçlarının içine alıp gözlerime bakarak ruhumu o korkunç savruluştan huzura çekip alışını anlatsam inanamazsınız... bakmayın şimdi ilkin hüzünlü olanların aklıma gelişine, o bazen komik bir adamdı, genelikle de sevimli, hem de bir çocuk kadar sevimli. uyumla karşılık verdiğim günler de olurdu, üstüme bir ifrit gibi çöken suskunluğumu atamadığım zamanlar da... filmlerden bahsederdik, şarkılardan, gidemediğimiz konserlerden, yapamadığımız o kamptan... bana eğlenceli hediyeler getirirdi. baktığın nesneyi onlarca komik parçaya bölünmüş gösteren ve üstünde rengarenk uçurtma figürleri olan o küçük dürbün hala çantamdadır mesela. bir kahve fincanda fırtınalar kopardığımız zamanlar da oldu. yaşayamadıklarımızın biriken zehrini birbirimizin damarlarına zerk ettiğimiz akşamlar... 


şimdi doğrulup kalkıyorum yerimden. kararlıyım. hava soğuk, bir kasım akşamüstü için yadırganmayacak ve kışın ilk günlerine yakışacak kadar soğuk. bunu camların gittikçe artan buğusundan anlıyorum biraz da. sandalyenin arkalığındaki paltomu giyiyorum. her zaman yaptığım gibi yakamı hafifçe kaldırıp, onun çok sevdiği topuzumu düzeltir gibi elimle yokluyorum -söylemedim değil mi, saçlarımı toplamama bayılırdı-, omzumu silkeleyip doğruluyorum ve onu bütün gücümle, asla ulaşamayacağım bir uzaklığa fırlatarak bu sıcak temmuz akşamüstüne dönüyorum. bu defa hiçbir parçamı orada bırakmadan...


*sevgili öykücü