6 Haziran 2010

zarif




"tanıyınca bir hoş oldu yaşamak
ben ancak böyle çoğalırdım
seninle."




"evrenin kütüphanecisi" borges'in; "cenneti kitaplık şeklinde düşleyen ben" dediği gibi, çocukken, evin salonunun bir duvarını baştan sona kaplayan o kütüphane de benim cennetimdi. en üstteki rafta, yetişsem bile çocuk ellerimle kavrayamayacağımı ve ağırlığını tahmin ettiğim, kalın, parlak ve gösterişli ciltli kitaplar ve kur'an dururdu. onlara karşı saygılı bir uzaklığa razı olmuştum. benim derdim daha çok, onun altındaki raflardı... kütüphanenin sahipleri, - sağolsunlar- dünyaya sadece durdukları yerden değil, çok geniş bir gökyüzünden bakıp, her biriyle okyanusa çevirdikleri bir sonsuzlukla, cömertçe  sundular kitaplarını...


bir zamanlar, yine buralarda böyle anlattığım o kitaplıktan iki resim hatırlarım. ama nedense mutlaka ikisini birlikte ve iyiki de öyle. siyah-beyaz, kitap kapaklarını hiç unutamadığım, sakallı, hüzünlü ama illâ güzel bakan, çocuk halime sevgi, tuhaf bir bağlılık ve sükunet veren iki adam yüzü. bu iki silüeti daha sonraları kafamda ve kalbimde netleştirdikçe, adlarını bilmekten, tanımaktan, okumaktan onur duyduğum iki güzel adam. biri oğuz atay, diğeri cahit zarifoğlu... 7 haziran. zarif adamın tüm inceliği ve derinliğiyle çekip gittiği gün...


"...aklımdan çıkmıyorsun dedim
başka türlüsünü yorgunum anlatmaya
telefonlar yan hücrede çalışıyor
bense kurşunî bir dere
ağaçlar hayvanlar bile kaygılı
onu bir mersedesten indirdi kalçasına kadar açılarak
yapayaşlı bir rum kadın
herşeyde yanıp sönen bir kıyamet algısı
haydi koşayım diyorum belki dağılır
koşuyorum
sancağımda kendi rüzgarımla ölgün kıpırtılar
hayır daha sevgili daha sevimli değil
ne başka bir gün ne başka bir zaman

çok geçmeyecek aradan
şöyle diyeceğim:


bulutlar açmadı
mavi gök orda mı ? ''