çok küçüktüm ben. beş yaşında filan. hayatımı karartan bir kadın olmuştu. hiç tanımadığım bir kadın. halbuki çok uzakta, adını bile ilk kez duyduğum bir ülkenin bir şehrinde...
marie. adını babamın ağzından duyduğum an hayatım kabusa dönmüştü de, gizlice ağlamıştım bile. daha önce de bahsi geçmiş miydi yaş icabı hatırlayamıyorum tabii, ama bir gün babam anneme anlatırken duyuverdim işte. sevinçle, "marie'den mektup aldım!" diyordu. -demek epey zaman beklenmişti bu mektup- peki annem nasıl bu kadar rahat gülümseyip, "e gözünaydın. nasılmış?" diyebildi. sinir oldum! sabahı zor etmiştim de, mışıl mışıl uyuyan kardeşimin başını ayşecik edasıyla okşayıp "ahh bahtsız küçüğüm" manasında iç çektiğimi de net olarak hatırlıyorum. sabaha kadar yarı kabus hayallerimde, marie paris'den gelip babamı bizden alıyor, annem bir işkolik olduğu için kardeşimle beni bir bakımevine veriyordu filan. sabah işe gittiklerinde babamın masasını ve çekmecesini karıştırıp fransızca mektubu buldum. mektubun arasındaki fotoğrafı görmeseydim o kadar kötü de olmazdım belki. marie çok güzel kadındı yahu! annem kadar değildi evet ama, yeterince güzeldi işte. sonraki günler babam eve her geciktiğinde "marie geldi! evet sonunda geldi işte. herşey bitti!" diye kara kara düşünürdüm. sonrasını hatırlamıyorum. evet, marie kabusundan kurtulduğum süreç silik. ama şimdi düşünüyorum da, babamın üniversiteden sonraki yıllara uzanan fransız mektup arkadaşı marie o kadar da güzel değildi be. catherine deneuve'nin hafif yandan yemiş haliydi işte. hem o kadar da uzaklarda... ama beş yaşında küçük bir kız. nereden bilsin...
:)