11 Ekim 2010

amerika



"we want bread and roses too"






hafta sonu yolculuğa çıkmadım. yağmur yağıyordu ya, gideceğim yerde de öyleymiş göze alamadım. sonbahar yağmuru üşütür beni, buz damlaları gibi düşer üstüme de kar yağarken o kadar üşümem hatta. ben yağmuru evdeyken seviyorum. zira şiirdeki gibi, yağmura cam arkasından bakmayı bilenlerdenim (pff:) neyse, yağmuru soğuğu romantizme çevirmek gibi bir niyetim yok. haftasonu diyordum, sakindi, biraz ev işi yaptım, yemek pişirdim -ki en sevdiğim kısmı buydu-, kalorifer de yandı, sıcacıktı ve ben rahatça çıplak ayak gezindim.


ben film izlemeye filan yeniden başladım, bu filmlerden biriydi, "bread and roses". "güneşli pazartesiler"e benzer temada ama çok farklı bir başka film. aslında "bread and roses" için tipik bir ken loach filmi diyebiliriz. amerika'daki latin işçilerin yaşadıkları kötü koşullardan, onların özelinde çoğunluğu meksikalı ve kaçak bir grup temizlik işçisinin sendika ve direniş öykülerinden bahsediyor. "los lunes al sol"un estetik ve sadeliğiyle edebiyata dokunup durması gibi değil de, daha çok belgesel havası hissettiren, ama belgesel gerçekliğine serpiştirilmiş güçlü duygusal incelikler de taşıyan bir film. maya ve rosa şiddetle tartışırken meselâ, rosa; "demek senin için bir hainim. hepinize bakarken değildim ama değil mi? annem ve sen açlıktan ölmeyesiniz diye size nasıl para kazanıp yolladığı mı sanıyordun!" dediğinde maya gözyaşları içinde "bilmiyordum rose, bilmiyordum, nereden bilirdim!" diye haykırırken ya da hukuk eğitimi için para biriktirip, umudunu gözlerinde ışıl ışıl taşıyan ruben'i izlerken çok keskin ve ince bir sızı dolaşıyor içinizde. adrian brody var bir de, her ne kadar latin'leri uyandıran beyaz rolünden içkillensem de, o özel yüzü, sade ama aynı anda gösterişli oyunculuğu ile çok etkileyici. bu filme zaman verdiğime hiç pişman olmadım ve bugüne kadarkileri de düşününce ken loach filmlerini genellikle beğendiğime karar verdim.


sonra yine aynı gün tv'de bu defa gerçek bir belgesel izledim. hani şu yabancı kanallardan birinde. türkçe'si "küçük insanların büyük dünyası" olan bir yapım ve sanırım süreğen, ama ben ilk kez rastladım. işte amerikalı bir aile var, "cücelik" dediğimiz fiziksel engelleri olan bir karı-koca ve onların çocukları. aile şu malum süper amerikan ailesi, bir tek kanatları eksik veya pelerinleri, her neyse. işte bu abla ve abi ırak'tan bir aile davet ediyorlar evlerine. salman ailesi. hatta havaalanına karşılamaya kadar giden adama "aile gelemedi siz alıp dönmek zorundasınız" deniyor da, adam gözünü bile kırpmadan kahramanca ırak'a uçuyor. sonra bağdat havaalanı'nda aileyle kucaklaşıyor. salman ailesi 5 çocuklu genç bir çift, çocuklardan ikisi fiziksel engelli, babaları da hasta. üstünden savaş geçmiş bir aile işte, epey hırpalanmış, bombalanmış, ürkek... amerikalı adam amerika'ya dönüş yolunda çok eğleniyor, kendiyle gurur duyan bir sırıtış yerleşmiş yüzüne hep, "hadi hep birlikte amerika şarkısı söyleyelim" diyor keyifle. çocuklar da söylüyorlar. hem de amerika birleşik devletleri bayraklarını sallayarak. ne zaman ve nerede ezberlemişler ki bu şarkıyı? kendimi iyi hissetmiyorum. sonra beyaz saray'ın önünden geçerken "burası obama'nın evi diyor" yanındaki koltukta oturan ıraklı küçük oğlana, o da "merhaba obama" diyor bütün tatlılığıyla. derin bir nefese ihtiyacım var. alamıyorum. mideme de sızı giriyor biraz. sonra yola devam ediyorlar, "burası kongre binası diyor. tüm kararlar burada alınır". güzelim diğer ıraklı çocuk el sallıyor kongre binasına. midem bulanmaya başlıyor. devam ediyorlar..." bu, amerika'nın kurucusu george washington" diyor o dev heykeli gösterirken. hep birlikte etkileniyorlar. neyse... sonra o muhteşem çiftlik evine ulaşıyorlar. adamın eşi şefkat ve sevinçle karşılıyor salman ailesini. elma suyu ikram ediyor. çocuklar utanarak, çekinerek alıyorlar da kadın kendiyle gurur duyuyor ikram ederken. aileyi, geceyi geçirmeleri için tahsis ettiği  o konforlu, geniş odaya götürürken gözleri ışıl ışıl, adam da aşağıdan "acıkırsanız buzdolabından istediğiniz her şeyi alabilirsiniz" diye sesleniyor. salman ailesinin anne-babası mahcup, adam yine kendiyle gurur duyuyor. bulantım artıyor... bir kaç inanılmaz güzellikte gün geçiriyorlar amerikalı ailemizin evinde, çiftliği geziyorlar, güzel yemekler yiyorlar. ama ayrılık zamanı geliyor, salman ailesi artık amerika'da kendilerine tahsis edilen evlerine dönecekler. birbirlerine sarılarak ayrılıyorlar, amerikalı adam ve kadının gözleri doluyor arkalarından el sallarken, adam; "çok mutluyum diyor. kurtuldular. fırsatlar ülkesi amerika onlara kucak açtı, bu aileye güvenli ve parlak bir gelecek sundu." midemdeki bulantı kasılmaya dönüşüyor. her şeyi yorumlamak ve dile getirmek gerekmez, bazen sadece kusmak istersiniz...