25 Nisan 2010

shelter






"... bir uzun sessizlikten sonra, si hamud elini kolumun üstüne koydu ve konuştu; "kıyametin nasıl kopacağına dair bir hikâye anlatılır. dünyanın muazzam kalabalığı gırtlağına kadar cehalete, şiddete ve cinnete gömülmüştür. kocaman milyonluk şehirlerden birinde iki halsiz ihtiyar kadın, unutulmuş, canlı cenazeye dönmüş görünüşleriyle bir köşeye büzülmüş ve bu bitip tükenmek bilmeyen korkunç sahneleri gözlemektedir. kadınlardan biri ötekine döner ve şöyle der, "felâket. şunlara bak. herbirimize bir bak. hiçbir şey anladığım yok. nedendir? bu büyük alem neden, bu dünya, bu milyonlarca insan böyle aşağılık halde? anlamı ne bunun? bir bilen oldu mu hiç?

bir uzun sessizlikten sonra, öbür kadın elini arkadaşının kolu üstüne koydu, şöyle dedi: "hatırlıyorum, henüz genç bir kızken, uzun, çok uzun zaman önce, dilenen bir garip adam gelmişti şehrimize. bizim gibi paçavralar içindeydi ve sivri bir külâh vardı başında. hala hatırlıyorum elini kolumun üstüne koyduğu zaman gözlerinde doğan sükûneti, o anda bana şöyle fısıldamıştı. lâ ilâhe illallah."*


epey zaman önce, sevgili virgilius'un mimine hedef olmuştum. "hedef olmak" dediğime bakmayın, mim denilen şu saçmalık, güzel yerden gelince zevkle cevaplanır -ki bugüne kadar hiç aksini yaşamadım- bir de üstüne, insana eski blog günlerine dair nostalji bile yaşatır böyle. gerçi ben hayatıma dair yazmaktan hoşlanmıyorum. bir de işin içine sayılar girince hepten uyuz oluyorum. yaptığım sadece şu olabilir; bakın arkadaşlar şu film şöyleymiş, bu kitabın etkilendiğim bölümü de böyle böyle, o şairin mısraları da bunlar bunlar işte derken, farkında olmadan araya giriveren hayatıma dair kelimeleri silmeyip bırakıyorum. o kadar. e bu durumda ben de ne yaptım, mim konusunu ucundan kıyısından dolanmaya karar verdim. ama ne mümkün. "hayatıma dair yedi şey" değil, hatta belki hayatıma dair sayısız şeyden bahseden küçük bir seyahatteyim şimdi.


anne-babamın yanında kendimi dünyanın dışında hissediyorum her defasında. hem huzur, aynı zamanda da gitmeye karar verip, harekete geçme anlarında ürkeklik veriyor bu duygu bana. yola çıktığım son ana kadar, her an vazgeçiverecek bir muğlaklıkla hazırlıyorum yine bir kaç parça eşyamı. içine, babama aldığım bir kitap ve annem için seçtiğim ipek fuları atıp, hızla kapatıyorum küçük valizi. gidince sevgiyle kucaklanıp, yüzüme uzun uzun bakıp sessiz ve derin tahliller yapılıyor, sonra ne kadar yorgun göründüğüm hepimizce onaylandıktan sonra babamın dizlerine koyuveriyorum başımı usulca. uzun uzun saçlarımı okşuyor, bir yandan da karşı koltukta oturan annemle sohbet ederken. sonra sehpaya uzanıp ona getirdiğim kitabı alıyor güzel sesiyle okumaya başlıyor. ve ben ilk kez babamın yakın gözlüğü kullandığını farkedip yutkunuyorum. gözkapaklarım yavaşça düşerken, alıntıdaki kısmı hatırlıyorum sadece. sonra derin bir uykuya dalıyorum...


sabah, demlenmiş çay, közlenmiş yeşil biber, kekikli domates, tulum peyniri ve naneli limonata kokusuyla uyanıyorum. karı-koca mutfakta konuşa konuşa kahvaltı hazırlıyorlar bana. çay bardaklarına konan çay kaşığı şıkırtısı eksik sadece, zira hiçbirimiz çayı şekerli içmiyoruz. babam erkenden pazara gidip karadut almış benim için yine. günışığında hırpalanmamış, yorulmamış, üzülmemiş karadutlar.


ben... şey... dünyaya dönmek istemiyorum...



*gariplerin kitabı - ian dallas, çev; i. özel
  fotoğraf; mauvais sang - leos carax